Mikrobiyoloji

Mikrobiyoloji

Mikrobiyoloji bilim dalı, biyolojinin sayısız alt kollarından yalnızca birisi olmasına karşın biyolojinin temelini oluşturduğunu söyleyebiliriz. Mikroorganizmalar mikroskobun icadından sonra keşfedilmesine karşın, Pasteur mikrobiyolojinin babası sayılmaktadır.

Pasteur'un kuduz aşısını bulmasından sonraki diğer büyük keşfi ise havasız ortamdaki bazı maya ve bakterilerin solunum son ürünü olarak alkolü verdiğini ortaya koymasıdır.

Mikroorganizmalar yalnızca mikroskopla görülebilen yaratıklardır. Bu yaratıklar aklınıza gelebilecek hemen her yerde yaşarlar. Sürekli sirkülasyon halinde bulunan atmosferden yerin derinliklerine, Antarktika buzullarının içlerinden gayzer kaynaklarına kadar yeryüzünün hemen her yerinde yaşarlar.

Tıp alanında, endüstride, tarımda ve gıda sanayisinde mikroorganizmalardan oldukça faydalanılır. Örneğin sütün yoğurt ve peynire dönüşmesi bakteriler sayesinde olur. Diğer bir bakteri türü ise bazı çöp toplama merkezlerinde metan gazı üretimi için kullanılırlar.

Mikroorganizmalardan en bilinenlerini ise " Bakteriler " oluşturmaktadır. Diğer bilinenleri ise algler, tek hücreli yosunlar, tatlı su mikroorganizmaları, mayalar ve virüslerdir. Bunları teker teker ele alarak inceleyelim.

Ön bilgi :

Bakteriler taksonomik olarak sınıflandırılırken " Prokaryot " sınıfına dahil edilirler. Prokaryot sınıfındaki canlıların vücutları yalnızca bir hücreden oluşur ve vücutlarını oluşturan hücrede organel (mitokondri, ribozom, endoplazmik retikulum vs. ) bulunmaz ve ayrıca sahip oldukları DNA'nın muhafaza edildiği bir nukleusları (çekirdekleri) de yoktur.

Ökaryot (Eucaryota) sınıfına giren canlılar ise hem hücre içi organellere sahiptir hem de tek hücreli canlılardan (Algler, mayalar, archaeler vs. ) çok hücreli canlılara kadar (kedi, tavşan gibi) geniş bir tür yelpazesine sahiptir.

Bakteriler çok geniş bir yaşama alanına sahiptirler. Antartikada 0 derecedeki buzulların içerisinde yaşadıkları gibi , " Gayzer " adı verilen ve 100 derece sıcaklıktaki kaynar su püskürten kuyularda bile yaşarlar. Bu kadar düşük soğuklukta ve bu kadar yüksek sıcaklıkta yaşamlarını devam ettirebilmeleri, vücutlarındaki koruyucu " Kalkan enzimleri " ile başarılır.

Bu bakteriler yerin çok derinlerinde oksijen bulunmayan ortamlarda yaşamaktadırlar. Öyle ki oksijen gazı bu bakteriler için öldürücü etkisi olan bir zehir gibidir. Bu yüzden oksijenin ulaşamadığı derin yerlerde yaşarlar.

Endüstride kullanılan bu bakteriler gerekli ortam koşulları sağlanmak koşuluyla ortamdaki maddeleri kullanarak kendisi için enerji depolarken solunum son ürünü olarak da metan gazını dışarı verir. Bu mükemmel biyokimyasal özellikleri sayesinde insanlar tarafından çöp toplama merkezlerinde metan gazı üretimi için kullanılırlar.

Mikroorganizmaların o kadar çok türü vardır ki bu türlerin yalnızca % 1'i insan ve diğer canlılar üzerinde hastalık meydana getirirler. Geriye kalan % 99'luk çoğunluğa sahip türler ise doğada simbiyotik yada kommensal olarak yaşarlar.

Bakterilerin bazı türleri " Spor " veya " Kist " adı verilen kalkanlarla kendilerini kötü şartlara karşı korurlar. Bakteriler bu kalkanlarla kendilerini yüzyıllar boyunca dış ortamdan izole edebilirler. Ortam şartları düzeldiği zaman kist veya sporlarını kırarak tekrar hücre içi metabolik faaliyetlerini harekete geçirirler.

Bir bakteri ya ortama başka bir bakteri tarafından bırakılmış DNA yı yada ölmüş ve parçalanmış bir bakterinin DNA'sını hücre duvarından içeri alarak kendi DNA zincirine ekler. Bu sayede başka bakterilerin sahip olduğu DNA bilgilerini kendine ekleyerek direnç sağlar.

Bakterilerin bu özelliği tıp alanında büyük problem teşkil eder. Örneğin hastalandınız ve doktorunuz size belirli periyotlarda kullanmanız için antibiyotik (mikrop kırıcı) verdi. Eğer siz bu antibiyotiği gereği gibi kullanmayıp aksatırsanız, bakterilerin birbirleri arasında DNA alışverişinde bulunmalarına zaman bakımında yardım etmiş olursunuz.

Bir bakteri antibiyotiği algıladığında direnç genlerini hareke geçirerek bir tür protein üretir. Bu protein antibiyotiğe karşı bakteriyi korur. Bakteri bununla da kalmaz ve antibiyotiğe direnç geninin bir kopyasını çıkarıp ortama bırakır. Ortamda serbest dolanan ve direnç genini taşımayan diğer bir bakteri ise kopyalanan bu geni kendi bünyesine alarak kendisini dirençli hale getirmiş olur.

Bir bakterinin bu derece mükemmel bir donanımla antibiyotiklere ve ilaçlara karşı meydan okuması, ve oluşturduğu kalkanlarla yüzyıllar boyu hiç bir değişikliğe uğramadan kendini dış koşullara karşı koruyabilmesi, bir yaradılış harikası olduğunu gözler önüne sermektedir.

Mikrobiyolojinin Tarihçesi

İlk Çağlarda İlk insanlar, hayatin başlangıcı, doğa, doğal olaylar (yağmur, kar, dolu, simsek, yıldırım, gök gürültüsü, zelzele, su taşkınları, vs. ), ay, dünya, yıldızlar, güneş, bulaşıcı hastalıklar ve ölüm gibi kavramlar üzerinde fazlaca durmuşlar, içinde bulunduğu veya yakin ilişkide oldukları toplumların törelerine göre bazı izahlar ve yorumlar yapmışlar ve bunlara inanmışlardır.
Çözümleyemedikleri konularda, bunları, insan veya doğa üstü kuvvetlere, ilâhlara, cinlere ve şeytanlara veya mucizelere bağlamışlardır. Hastalıklar ve ölümlerin, tanrılar veya insan üstü güçler tarafından, yeryüzündeki kötü kişilere ceza olarak gönderildiğine inanmışlar ve bu inançlarını da yüzyıllar boyu devam ettirmişlerdir. Kötülüklerden ve kötü ruhlardan kurtulmak için, bu insan üstü kuvvetlere tapılması, adak verilmesi korku ve saygı duyulması ve dua edilmesi, o devirlere ait dinsel kişiler tarafından siki bir şekilde öğütlenirdi. Bu amaçları gerçekleştirmek için, özel yerler, tapınaklar yapıldığı gibi, tanrıların gazabından korunmak için de çeşitli hayvanların yani sıra bazen insanlar da kurban edilirdi.

Yapılan arkeolojik kazılarda, kaya tabakaları arasında bakteri fosillerine benzeyen oluşumlara rastlandığı ve bunların milyonlarca yıl öncesine ait olduğu bildirilmiştir. Hatta, kömür tabakaları içinde bakteri fosillerinin bulunduğu Renault tarafından da iddia edilmiştir. Permian tabakalarında rastlanılan dinozorların hastalıklı kemiklerinin bakteriler tarafından meydana getirilmiş olacağına kuvvetle bakılmaktadır. Dinozorlardan ayri olarak, mağara ayıları ve diğer hayvanların fosillerindeki kemik bozuklukları ve eosen devrine ait üç tırnaklı atlarda tesadüf edilen diş çürüklerinin de mikrobial orijinli olabilecekleri ileri sürülmüştür.

Milattan Önce 8000-7000 yılları arasında Mezopotamya bölgesinde yasayan insanların hastalıklar, ölümler ve bunların nedenleri hakkındaki bilgi ve görüşleri yok denecek kadar azdı. Bunların, insan üstü kuvvetler tarafından oluşturulduklarına inanıyorlar, bunlardan korkuyorlar ve bu duygularını da saygı ve tapınma tarzında gösteriyorlardı. Zamanla, halk, bazı bitki ve hayvanların zehirleyici nitelikte olduklarını ve bir kısım bitkilerin de bazı hastalıklara iyi geldiğini öğrenmiş ve böylece, yenecek veya yenmeyecek, bitki ve meyveleri belirlemişler ve hastalıkların sağaltımında kullanılacak olanları da saptamışlardır. İlkel yaşantının hüküm sürdüğü bu dönemde hayata, doğaya ve doğal olaylara insan üstü kuvvetlerin hakim olduğuna inanılırdı.

Eski Mısırlılar döneminde (MÖ. 3400-2450), yağmur sularını toplamak ve lağım sularını akıtmak için kanallar, arklar ve borular yapılmıştır. Eski krallık devresinde başlayan bu tür çalışmalara yeni krallıklar döneminde de (MÖ. 1580-1200) devam edildiğine rastlanılmaktadır. Bu tarihlerde bazı sağlık kurallarının konulduğu ve bunlara titizlikle uyulduğu papirüslerden anlaşılmaktadır. En eski papirüs olan Kuhn papirüs 'ünde (MÖ. 1900) köpeklerdeki parazitler hastalıklardan ve muhtemelen, sığırlardaki sığır vebasından bahsedilmektedir. Bunların sağaltımı için hayvanların kendi hallerine bırakılması ve tütsü edilmeleri önerilmektedir. Smith papirüs 'ünde (MÖ. 1700) yaraların sağaltımında taze etin, ve hemorajilerde koterizasyonun kullanılabileceğine dair bilgiler bulunmaktadır. Bu papirüs, o devirlere ait bazı önemli tıbbi bilgiler de vermektedir. Ebers papirüs 'ünde (MÖ. 1550), hastalıkların esas nedenlerinin şeytanlar olduğu ve hastalıkların ancak sihir ve dualarla giderilebileceği belirtilmektedir. Bazı hastalıkların tedavisinde sinek ve timsah pisliklerinin ve farelerin yararlı olacağına da inanılıyordu. Hayat soluğunun da sağ kulaktan çıktığı zannediliyordu. Heredot 'un eserlerinde, Mısırlıların tuzu antiseptik olarak kullandıkları belirtilmektedir. Eliot Smith tarafından bulunan ve MÖ. 1000 yılına ait olduğu sanılan mumyalarda spinal tüberkulozise rastlandığı açıklanmıştır.

Eski Yunanlılar dönemi MÖ. 3400 yıllarına kadar uzanmaktadır. Ancak, bu periyoda ait bilgiler pek yeterli değildir. MÖ. 1850-1400 yıllarında bazı sağlık kurallarının konulduğu, ventilasyona dikkat edildiği, ark ve kanalların açıldığı, mabetlerin ve yerleşim yerlerinin kaynak su ve ağaçlık yerlerde kurulmasına özen gösterildiği anlaşılmaktadır. Tababet ve tedavinin kurucusu veya babası sayılan Hipokrat (Hippocrates, MÖ. 460-377), halk sağlığı ve hastalıkları konusunda 7 cilt kitap yazmış ve bunlarda sıtma, lekeli humma, çiçek, veba, sara ve akciğer veremine ait bilgilere yer vermiştir. Tip alanına deneysel yöntem, gözlem ve araştırma prensiplerini getirmiş olan Hipokrat, hastalıkları vücudun vital sıvılarındaki bozukluklara bağlamış ve hastalıkları akut, kronik, epidemik ve endemik olarak sınıflandırmıştır. Ayrıca, yaraların sağaltımında kaynatılmış su ile irrigasyonu, operatörlerinin ellerini ve tırnaklarını temizlemelerini, yaraların etrafına bazı ilaçların sürülmesi gerektiğini de vurgulamıştır. Bilgin, hastalıkların topraktan çıkan fena hava ile su, yıldız, rüzgarların yönü ve mevsimlerin etkisiyle oluştuğuna da inanmıştır (miasmatik teori). Hipokrat, ayni zamanda, 4 element (ateş, hava, su, toprak), 4 kalite (sıcak, soğuk, nem, kuru) ve vücudun 4 sıvısı (kan, mukus, sari safra, siyah safra) üzerinde de bilgiler vermiş, bunları ve birbirleri ile olan ilişkilerini açıklayan görüşler getirmiştir.

Senenin çeşitli mevsimlerinde isinin ve nemin değişmesinin hastalıkların çıkışında önemli rol oynadığını da savunmuştur. Aristo (Aristoteles, MÖ. 384-322), veba, lepra, verem, trahom ve uyuz hastalıkları ve bunların bulaşma tarzları hakkında bazı açıklayıcı bilgiler vermiştir. Ayrıca, temasla bulaşmaya da dikkati çekmiş ve vebali hastaların soluk havasının bulaşıcı olduğunu da belirtmiştir. Empedokles (Empedocles, MÖ. 450-?), Sicilya'da bataklıkların kurutulmasının malaryayı kontrol altına alacağına değinmiş ve malarya ile bataklıklar arasında bir ilişkinin varlığını gözlemiştir. Aristofan (Aristophanes, MÖ. 422-385) malarya ve bulaşması hakkında bilgiler vermiştir. Zamanla, miasmatik görüş ve düşünüş, yerini vücuttaki doğal delikler (porlar) teorisine bırakmıştır. Bunun taraftarları arasında, Eskülap (Esclepiades, MÖ. 124), Temison (Themison, MÖ. 143-23) ve Tesalus, (Thesallus, MS. 60) gibi düşünürler bulunmaktadır. Bu bilginler arasında da bazı farklı görüşlerin olmasına karşın, genelde birleştikleri ortak nokta, vücudun doğal delikleri arasındaki uyumun değişmesinin hastalık ve ölümlerin nedeni olacağıdır. Galen (Gallenos, MS. 120-200), hastalıkların nedenleri hakkında daha ziyade, miasmatik görüşe katılmış ve desteklemiştir. Bilgin, Hipokrat 'in 4 sıvı teorisini kabul etmekte, sıvıların azalması veya artmasını hastalıkların nedeni olarak göstermekteydi. Galen, gözlemlerine göre, şahısları 4 gruba (kanlı, flegmatik, safralı ve melankolik) ayırmıştır. Galen, ayni zamanda, kan almanın bazı hastalıkların sağaltımı için yararlı olacağını da düşünmüştür.

Anadolu'da büyük bir imparatorluk kuran Hititler (Etiler, MÖ. 2000) hastalıkların ilahi kuvvetler tarafından oluşturulduğuna inanırlardı.

Romalılar döneminde, su ve lağım kanallarının yapıldığı, temiz gıda ve içme suyuna önem verildiği anlaşılmaktadır.

Eski İbraniler (MÖ. 1500), Babilliler’in hastalıkların nedenleri ve ölümler hakkındaki görüşlerini, genellikle, benimsemişlerdi. Bu dönemde, hastalıklardan korunmak için bazı kuralların konulduğu ve adli tıbba ait de bazı esasların saptandığı açıklanmaktadır. Ancak, İbraniler arasında, hastalıkların günahkâr insanlara, ilâhi kuvvetler tarafından gönderildiği görüsü yaygındı. Liviticus 'un kitabında, doğumdan sonra kadınların çok iyi temizlenmeleri gerektiğine, menstrasyon hijyenine, bulaşıcı hastalıklardan korunmaya, temiz olmayan eşyalara dokunmamaya, izolasyon ve dezenfeksiyonun bazı hastalıkların (veba, uyuz, antraks, sara, trahom, verem, frengi) kontrolünde gerekli olduğuna dair bazı açıklamalar bulunmaktadır. Bu dönemde, difteri, lepra, gonore ve diare bilinmekteydi. Musa peygamber (MÖ. 1300), zamanında bazı sağlık kuralları konulmuşsa da, bunlara sonradan uyulmamıştır. Bu dönemde, özellikle, gıda hijyenine önem verilmiş, domuz eti, ölmüş hayvanin eti, deniz kabuklu hayvanların eti, kan ve yağın yenmemesi öğütlenmiştir.

Hindular (MÖ. 1500) döneminde, Sanskrit'ler de, hastalıkların nedenleri olarak şeytanlar, cinler ve büyücüler gösterilmektedir. Büyük kral Asoka (MÖ. 269-232) zamanında hayvan hastanelerinin kurulduğu ve tarihi yazılarda tedavi ile ilişkili bazı bilgilerin bulunduğu açıklanmıştır. Hindistan ve Seylan'da MS. 368'de, hastanelerin kurulduğu belirtilmektedir. Sustrata (MS. 500) doğal ve doğa üstü olarak 120 hastalık bildirilmiştir. Bu dönemde, malaryanın sinekler tarafından bulaştırıldığı bilinmekte ve farelerin de vebadan öldüklerinde evlerin terk edilmesi gereğine dikkat çekilmektedir. Sustrata, bunların yanı sıra, çocuk bakim ve hijyenine ait bilgiler de vermektedir. Sacteya adli sanskritte de insanları çiçeğe karşı aşılamada kullanılan yöntemler bildirilmektedir.

Eski Çin Medeniyeti (MÖ. 3000-2000) döneminde yazılan "Materia Medika" adli kitapta kan dolaşımına ait bilgiler verilmekte, dolaşımın kanın kontrolünde yapıldığı, kanın sürekli ve günde bir defa dolaştığı bildirilmektedir. Ayrıca, kitapta, akupunktur ve nabız hakkında da bazı bilgilere yer verilmiştir. Bu dönemde, Çin'de frengi, gonore ve çiçek hastalıkları bilinmekte ve bunlara karşı bazı önlemlerin de alınmakta olduğu belirtilmektedir. Milattan Sonra 2. asırda haşhaşın ağrı kesici olarak kullanıldığı da zannedilmektedir. Wong Too (MS. 752), insan ve hayvanlarda rastlanılan hastalıklar ve bunların sağaltım yöntemlerini "Dış Alemlerin Sırları" adli eserinde 40 bölümlük bir yazıda toplamıştır. Konfüçyüs (MÖ. 571-479) döneminde kuduzun tanındığı ve bazı önlemlerin alındığı bilinmektedir. Eski Çin döneminde, hastalıkların nedeni olarak, erkek ve olumsuz unsur olan Yang ile dişi ve olumlu öğe olan Yu'nun arasındaki düzenin bozulmasına bağlanmaktadır.

Milattan önceki dönemlere ait olan Eski Japonya'da, hastalıkların ilahi kuvvetler tarafından insanlara ve hayvanlara gönderildiğine inanılır ve bazı sağlık kurallarına da dikkat edilirdi.

Eski İran'da, hastalıkların nedenleri ilahi ve büyüsel kuvvetlere bağlanmaktadır. Zerdüst dinini temsil eden Avesta adli kitapta hastalıklara, hekimlere ve sağlık kurallarına ait bölümler bulunmaktadır. İyilik tanrısı olan Ahura Mazda ve karanlıkların ruhu (şeytan) Ahirman kabul edilir ve bunlara saygı gösterilir ve dualar edilirdi.

Babil döneminde (MÖ. 768-626), sağlık kurallarına dikkat edildiği, hastalıkları önlemek ve sağaltmak için bazı ilaçların kullanıldığı, bu konulara değinen 800'den fazla tabletten anlaşılmaktadır. Hastaları tedavide, ayin ve dualar edilir ve büyüler kullanılırdı. Zincir vurmak ve kamçılamak da dahil olmak üzere, insanların içindeki şeytan ve kötü ruhları çıkarmak ve atmak için 50'ye yakin çare belirtilmekteydi. Hastalanan şahısların cinlere ve şeytanlara yakalanması tarzında düşünülürdü. Bu dönemde, lepranın bilindiği, bulaşıcı olduğu ve hasta kişilerin ayrılması gerektiğine de inanılırdı.

Milattan önceki Türklerde, insan ve hayvanlardaki hastalıklara ve jeolojik ve meteorolojik olaylar ile fena ruhların (Erklik) yol açtığına inanılırdı. İyi ruhlar ise insan ve hayvanları korurlardı. Ülgen en büyük tanrıyı, Erklik de kötülükleri temsil ederdi. Samanlar, kötü ruhların yaptıkları fenalıkları ve hastalıkları önlerlerdi. Ruhlara inanma temeli üzerine kurulan Şamanizm'de samanlar (ruhlarla ilişki kurabilen dinsel kişiler), hastaları iyi etmek için çeşitli dualar okur, danslar yapar ve eşyaları ateşten geçirirlerdi.

Müslümanlık döneminde, insan ve hayvan hastalıkları hakkında bir çok yazılar yazılmış ve gözlemler yapılmıştır. İlk hastanenin Sam'da MS. 707'de kurulmuş olduğu açıklanmıştır. Bagdat'da yaşamış olan Ebubekir Mehmet bin Zekeriya El Razi (MS. 854-925), yazdığı "Tip Ansiklopedisi'nde" çiçek ile kızamık hastalıklarını tanımlamış ve bulaşıcı hastalıkların fermantasyona benzediğini bildirmiştir. Buharalı İbni Sina (Avicenna, MS. 980-1038), bulaşıcı hastalıkların gözle görülmeyen kurtçuklardan ileri geldiğini ve korunmak için temizliğin önemli olduğunu vurgulamıştır. Ayrıca, yazdığı kitaplarda, bazı hastalıkları da (plörizi, verem, deri ve zührevi hastalıklar) tanımlamış ve korunmak için de bazı ilaç adlarını vermiştir. Abu Marvan Ibn Zuhr (MS. 1094-1162), tip konusunda 6 cilt kitap yazmış ve birçok hastalıkları da (mediastinal tümör, perikarditis, tüberkulozise, uyuz, vs. ) tarif etmiştir. Ak Şemsettin (MS. 1453), kitabında malaryanın ayni bir bitki tohumu gibi, görülmeyen bir etkeni olduğunu ve vücuda girdikten sonra ürediğini açıklamıştır.

Orta Çağ döneminde de Hipokrat ve Galen'in görüşleri kabul görmüş ve fazlaca taraftar toplamıştır. Roger ve Roland (11. ve 12. asirlar arasinda) Salorno'da kurulan ilk bağımsız medikal okulda çalışmışlar, kanseri tanımlamışlar, parazitler hastalıklarda cıvalı bileşikleri kullanmışlar ve irinin yaranın içinde meydana geldiğini bildirmişlerdir. Orta Çağ döneminde, veba, lepra, erisipel, kolera, terleme hastalığı (muhtemelen influenza) ve frengi gibi hastalıklar oldukça fazla yaygındı. Milyondan fazla insanin bu hastalıklardan öldüğü açıklanmıştır. Venetian Hükümeti, infekte gemileri limanlara sokmamak için bazı karantina önlemleri almış ve bir halk sağlığı örgütü kurmuştur (1348). Boccacio (1313-1375), yazdığı Dekameron (decameron) adli eserinde, öldürücü ve yaygın olan vebanın bulaşması hakkında ayrıntılı bilgiler vermiştir. Bu dönemde, sirke antiseptik olarak tavsiye ediliyordu.

Rönesans Döneminde (1453-1600), bilimde ve özellikle tip alanında yeni gelişmeler meydana gelmiştir. Hastalıkların nedenleri olarak gösterilen ilahi ve insanüstü kuvvetlere inanışa ve miasmatik görüşlere karşı çıkılmaya başlandı. Deneylere, gözlemlere ve bu tarzdaki araştırmalara önem verildi. Paracelcus (1493-1541), hastalıkları 5 esas nedene (kozmik, gıdalardaki zehirler, ay ve yıldızlar tarafından kontrol edilen doğal olaylar, ruh ve şeytanlar, ilahi nedenler) bağlamıştır. Çiçek, tifo, kızamık gibi hastalıklar 1493-1553 yılları arasında oldukça yaygın ve öldürücü seyretmekteydi. Fracastorius (1478-1553), yayımlandığı kitabında (1546), bulaşıcı hastalıkların jermler (Seminaria morbi) tarafından sağlamlara nakledildiği, bulaşmada direkt temas, hastaların eşyası ve havanın önemli olduğu üzerinde durmuştur. Böylece, ilk defa jerm teorisi ortaya atılmış ve bulaşmada da canlı varlıkların (Contagium vivum) rol alabileceği düşünülmüştür. Fracastorius, ayrıca, veba, frengi, tifo ve hayvanlardaki sap hastalığı üzerinde de bazı çalışmalar yapmıştır. Bir şahıstan diğerine geçen hastalıkların, o şahısta da ayni veya benzer hastalık tablosu oluşturduğu, Fracastorius'un gözlemleri arasında yer almaktadır. Von Plenciz (1762), Fracastorius'un görüşlerini benimseyerek, hastalıkların gözle görülemeyen küçük canlılar aracılığı ile bulaşabileceğini ileri sürmüştür.

Mikroskobun Geliştirilmesi

Mikroskopların temelini oluşturan ilk basit büyütecin Roger Bacon (1214-1294) tarafından yapıldığı ve bazı objelerin incelendiği bilinmektedir. Hollandalı bir gözlükçü olan Zacharias Janssen 1590 yılında, iki mercekten oluşan basit bir büyüteç yaparak, bazı objeleri 50x ve 100x büyütebilmiştir. Cornelius Drebbel ve Hans'in da, 1590-1610 yılları arasında benzer tarzda bazı büyütme aletleri geliştirdikleri açıklanmıştır. Galileo Galilei (1564-1642), 1610 yılında, İtalya'da, bir tüp içine yerleştirdiği bir seri mercekle, daha fazla büyütme gücü elde etmiştir. Kepler, 1611'de, iki mercekten oluşan bir büyütme aleti geliştirmiştir. Petrus Borellus (1620-1689), yaptığı büyüteçle uzakları daha iyi görebildiğini açıklamıştır. Robert Hooke (1635-1703) ve Nehemiah Grew geliştirdikleri büyütme aletleri ile (200x) bazı objeleri ve bitkileri incelediklerini açıklamışlardır. Hooke, 1665'de, yayımladığı Micrographia adli eserinde yüksek organizmaların ve flamentöz mantarların mikroskobik görünümlerini çizmiş ve bunlar hakkında bilgiler vermiştir. Athanasius Kircher (1602-1680), 32 defa büyütebilen aleti yardımı ile vebali hastaların kanında bazı kurtçukları gördüğünü iddia etmiştir. Histolojinin kurucusu olarak tanınan İtalyan bilgin Marcello Malpighi (1628-1694), basit bir mikroskop yardımı ile akciğer dokusunu incelemiştir. Jan Swanmmerdan 1658'de, alyuvarları mikroskopla incelemiştir. Pierre Borrel (1620-1671), bakterileri görebildiğini iddia etmiştir.

Hollandalı bir tüccar ve amatör bir mercek yapımcısı olan Antony van Leeuwenhoek (1632-1723), 200 defadan fazla büyütebilen ve iki metal arasına yerleştirilmiş bikonveks mercekten oluşan büyütme aleti ile yaptığı çeşitli incelemelerde mikroskobik canlılar dünyasını bulmayı başarmıştır. Bu nedenle kendisine mikrobiyolojinin kurucusu gözü ile bakılmıştır. Yaptığı araştırmalar arasında, kanal ve ark sularında protozoa, bir gece bekletilmiş yağmur sularında bakteri, diş kiri, biber dekoksiyonu, mantar, yaprak, salamander kuyruk kan dolaşımı, seminal sıvı, idrar, gaita, vs. , materyaller, esas konusunu oluşturmuştur. İlk bakterileri 1676 yılında görerek, sekil ve hareketlerini izlemiş ve şekillerini çizerek bu konuda hazırladığı 200'den fazla mektubunu Londra'daki "Phylosophical Transaction of the Royal Society" ye göndermiş ve İngilizce olarak yayımlanması sağlanmıştır. Bu mektuplarında, özellikle, dis kiri ve biber infusyonundan yaptığı muayenelerde milyonlarca küçük canlıya (hayvancıklara, animaculate) rastladığını da belirtmiştir. Araştırıcı, ayni zamanda, bakterileri yüksek ısıda tuttuğunda veya sirke ile muamele ettiğinde öldüklerini de belirtmiştir.

Huygens, 1684'de, iki mercekli oküleri geliştirmiştir. Chester Moor Hall ve John Dalland, 1773'de, birbirlerinden bağımsız olarak, dispersiyonu düzelten mercekler geliştirdiklerini açıklamışlardır. J. N. Lieberkühn, 1739'da, A. van Leeuwenhoek'in mikroskobunu daha da geliştirmiştir. Chevalier, 1824'de, mikroskopta birçok mercekleri bir araya getirerek basarili olarak kullanmıştır. J. J. Lister, 1830'da, modern mikroskobun prensiplerini koymuştur. Ernest Abbe (1840-1905), 1870'de, akromatik objektif ve kondansatörü yapmış ve kullanmıştır. A. Abbe ve Carl Zeiss (1816-1866), apokromatik mercek sistemini bulmuşlardır. Andrew Ross (1798-1853), 1843'de binoküler mikroskobu yapmıştır. J. J. Woodvard, 1883-1884'de, mikroskop yardımı ile fotoğraf çekmeyi, Heimstadt, Carl Reichert (1851-1922) ve Lehmenn, ilk olarak flüoresans mikroskobu yapmayı başarmışlardır. Louis de Broglie elektron mikroskobun esasini bulmuştur. Max Knoll ve Ernst Ruska ilk elektron mikroskobu yapmışlardır (1933).

Spontan Generasyon Teorisi (Abiyogenezis)

Uzun yıllar, canlıların kendiliğinden meydana geldikleri görüsü, oldukça fazla bir taraftar bulmuştu. Bunlara göre, canlılar, çamurdan, dekompoze organik materyallerden, sıcak sulardan ve benzer karakterleri gösteren durumlardan orijin almaktadır. Van Helmont (1477-1544), farelerin meydana gelebilmesi için, toprak içeren bir tülbent içine buğday ve biraz da peynir konulduktan sonra ahir veya benzer bir yerde hiç dokunulmadan uygun bir süre bekletilmesinin yeterli olacağını iddia etmiştir. Ayrıca, havada kalmış etlerde kurtçukların oluşması da bu görüş için destek kabul ediliyordu.

Francesco Redi (1626-1697), canlıların bir önceki canlıdan gelmekte olduğu görüsünü savunan ve bunu deneysel olarak gösteren ilk bilim adamıdır. F. Redi, iki kavanoz içine et ve balık koyduktan sonra birinin ağzını sıkıca bağlamış ve diğerini açık bırakmıştır. Deneme sonunda, ağzı kapalı olan kavanozdaki et ve balıkta kurtçukların bulunmadığını, buna karşılık açık olanda ise kurtçukların varlığını göstermiştir. Tülbent üzerinde sinek kurtlarının bulunmasına rağmen içinde olmaması, kurtçukların sinekler tarafından meydana getirildiği görüsünü de doğrulamıştır. Araştırıcı, ayrıca, kurtçuklardan sineklerin meydana gelişini de izlemiştir. Böylece, etin belli bir süre içinde kurtçuklara dönüsü veya etin kurtçuk meydan getirmesi görüsü (spontan generasyon) gölgelenmiş ve reddedilmiştir. Biyolog, sair ve lisancı F. Redi, 105 parazitin tanımını yapmıştır. Bu görüşleri nedeniyle kilisenin zulmüne uğramış, odun yığınları üzerine konulmuş ve kanaatini değiştirmediği için de yakılmıştır.

Louis Joblot (1647-1723), samani iyice kaynattıktan sonra ikiye ayırarak kavanozlara koymuş, bunlardan birinin ağzını iyice kapatmış diğerini ise açık bırakmıştır. Açık olan kavanozda birkaç gün sonra mikroorganizmaların ürediğini buna karşılık, kapalı olanda ise böyle bir şeyin oluşmadığını gözlemiştir. Böylece, L. Joblot, bir kere ve iyice kaynatılarak her türlü canlıdan arındırılmış bir ortamda, yeniden bir canlının oluşamadığı ve canlıların kendiliğinden meydana gelemeyeceğini ispatlamıştır. Bu da, F. Redi gibi, dekompoze hayvan ve bitki materyallerinizin kendiliğinden bir canlı oluşturma yeteneğine sahip olamayacağı görüsünü benimseyerek, abiyogenezis teorisinin olanaksız olduğunu kanıtlamıştır.

John Needham (1713-1781), yaptığı denemede, ısıtılmış ve ağzı kapatılmış et suyu içeren bir kavanozda bir süre sonra canlıların ürediğini gözlemiş ve benzer durumu ısıtılmamış ve ağzı kapalı olan kavanozda da saptamıştır. Bu araştırmasına göre, J. Needham, spontan generasyon görüsüne katılmış ve desteklemiştir. Buna göre, ısıtılarak tahrip edilen mikroorganizmalar sonradan yeniden hayatiyet kazanarak kendiliğinden oluşmuşlardır. Hayvansal dokuların "vejetatif veya vital kuvvetleri" olduklarına ve cansız materyalleri canlı hale getirebileceğine de inanmıştır. Bu görüş, bir natüralist olan Buffon tarafından da doğrulanarak kabul görmüştür.

Lazzaro Spallanzani (1729-1799), yaptığı bir seri deneme sonunda, J. Needham'in çalışmalarını ve görüsünü reddetmiş ve ısıtmanın yeterli derece ve sürede yapılmadığını ileri sürmüştür. L. Spallanzani, ısıtmanın yeterli derece ve sürede yapıldıktan ve ağızlarının, mantar yerine, ateşle ve hava girmeyecek derecede kapatılması halinde herhangi bir animakulatin meydana gelmeyeceğini açıklamıştır. Needham, bu görüşe karşı olarak, uzun süre kaynatmanın organik maddelerdeki "vejetatif veya vital kuvvetleri" yok edeceğini ve spontan jenerasyon için gerekli olan güçleri ortadan kaldıracağını belirtmiştir. Buna karşı, Spallanzani verdiği yanıtta, ayni süre kaynatılmış et suyu veya saman enfusyonunun ağzı açık bırakılırsa belli bir süre sonra içinde tekrar animakulatlarin meydana geleceğini belirtmiştir.

Lavoisier, 1775 yılında yaptığı denemelerde havada oksijenin varlığını saptamış ve bunun yasam için gerekli olduğunu vurgulayarak, spontan jenerasyon teorisinin doğruluğunu iddia etmiştir. Araştırıcı, kaynatmakla şişelerin içindeki oksijenin dışarı çıktığını buna bağlı olarak da et suyu veya saman infusyonunda canlıların oluşmadığını da savunmuştur.

Schulze ve Schwann, Lavoisier'in oksijeni bulmasından yaklaşık 61 yıl sonra, yaptıkları bir seri çalışmada, eğer hava sülfürik asit veya potasyum hidroksit solüsyonundan (Schulze, 1836) veya çok sıcak bir cam tüpten (Schwann, 1837) geçirildikten sonra et suyuna veya saman infusyonuna gelirse herhangi bir mikroorganizmanın üremediğini gözlemlemişlerdir. Ancak, bu denemeye karşı çıkanlar, havanın bu tarz isleme tabi tutulmasının havadaki hayat jermlerinin asitten veya sıcak cam tüpten geçerken tahrip olacaklarını ve böylece abiyogenezis'in oluşamayacağını savunmuşlardır. Schwann, ayrıca oksijenin yalnız olarak, ortamda mikroorganizmaların oluşmalarına veya üremelerine yeterli olamayacağını da açıklamıştır.

Schröder ve von Dush, 1854 ile 1861 yılları arasında, Schulze ve Schwann'in araştırmalarına bazı yenilikler ilave etmişlerdir. Söyle ki, bunlar havayı asit veya ısıtılmış tüpten geçirmek yerine, pamuktan geçirerek et suyu veya saman infusyonuna vermişler. Deneme sonunda, ortamda herhangi bir animakulata rastlamadıklarını açıklamışlardır. Bu deneme ile , hem pamuğun mikropları tutabileceğini ve hem de asit veya sıcak havanın animakulat oluşmasına zararlı bir etkisi olmadığını da göstermişlerdir. Ancak, bazıları, havadaki tozlarda bulunan bazı canlıların, havanın asit veya alkaliden veya pamuktan geçirilişi sırasında tutulacağını iddia etmişlerdir. Sonraları, pamukta da mikroorganizmaların bulunabileceği ortaya konulmuştur.

John Tyndall (1820-1893), ön tarafında cam bulunan ağaçtan bir kültür kutusu hazırlamış ve iki yan tarafına camdan küçük pencereler yerleştirmiş ve tozları tutması için de , kutunun iç yüzü gliserinle sıvamıştır. Yandaki küçük camdan gönderilen ışık (ışınları) yardımı ile kutunun içinde tozların bulunmadığı saptanmış ve optikal olarak temiz bulunmuştur. Sonra kutu içindeki tüplere pipetle steril besi yerleri konmuş ve tüpler alttan ısıtılarak steril hale getirilmiştir. Tüpler içindeki besi yerleri oda sıcaklık derecesine kadar ılıtıldıktan sonra besi yerlerinin steril olarak kaldıklarını gözlemlemiştir. Bu denemenin sonucuna göre, toz içermeyen havanın mikropsuz olacağı görüsüne varılmıştır. Tyndall, yaptığı bir seri çalışmada, mikroorganizmaların iki formunun olabileceğine dikkati çekmiştir. Termolabil (vejetatif formlar) ve termostabil (sporlu mikroorganizmalar). Fraksiyone sterilizasyonla sıvıların mikroorganizmalardan arındırılmasının mümkün olabileceğini de saptayarak kendi adi ile anılan Tindalizasyon (Tyndallization, fraksiyone sterilizasyon) yöntemini bulmuştur.

Hastalıklarda Jerm Teorisi

Mikroorganizmaların bulunmasından sonra, spontan jenerasyon (abiyogenezis) teorisi, yavaş yavaş yerini, bir canlının diğer canlıdan türeyebileceği (biyogenezis) görüsüne bırakmıştır.

Viyanalı bir doktor olan Marcus Antonius von Plenciz, 1792'de, "Hastalıklarda Jerm Teorisi" adi altında yayımladığı bir eserinde konu üzerinde görüşlerini açıklamış ve her hastalığın kendine özgü görülmeyen bir nedeni olduğuna dikkati çekmiştir.

Louis Pasteur (1822-1895), kuduz, tavuk kolerası ve antraks hastalıkları üzerinde bazı araştırmalar (korunma ve aşılama) yapmış ve ayrıca şarap ve biranın maya hücreleri tarafından fermente edildiğini de (fermantasyon) saptamıştır. Bunların yanı sıra, optimal koşulların dışında üretilmeye çalışılan mikroorganizmalar da bazı değişmelerin meydana gelebileceğini, özellikle, virülensde oluşan varyasyonların, aşılama ile koruyucu etki göstereceklerini saptamıştır. Pasteur, 1879-1880 yılları arasında, hayvanlardaki antraks hastalığına karşı hazırladığı iki attenüe susla (Pasteur-1 ve -2) bağışıklık elde etmiş ve koyunları bu hastalıktan korumuştur. Bu çalışmaların yanı sıra, 1885'de, kendi yöntemi ile virüs fiksli tavsan omuriliğini bir desikatöre uygun bir süre (8-14 gün) koyarak kurutmuş ve böylece hazırladığı asi ile korunmanın mümkün olabileceğini ortaya koymuştur. Bu konu üzerinde de Paris'te bir konferans vermiştir. Fermantasyon üzerindeki çalışmaları sonunda da, Pasteur aşağıdaki esasları ortaya koymuştur:

1) Bira veya şarapta meydana gelen her değişme, bunları fermente eden veya bozan mikroorganizmalar tarafından ileri gelmektedir.
2) Fermente eden etkenler, hava, kullanılan alet ve maddelerden gelmektedirler.
3) Bira veya şarap herhangi bir mikroorganizma içermezse, hiç bir değişikliğe uğramaz.

Pasteur, yaptığı çalışmaların sonucuna göre, kendi adi ile anılan pastörizasyonun esasini da kurmuştur.

Bir İngiliz cerrahi olan Joseph Lister (1827-1912), Pasteur 'ün prensiplerini cerrahiye uygulamıştır. Operasyonlarda dezenfektan bir maddeye (asit fenik) batırılmış sargılar kullanarak infeksiyonun önüne geçmiştir. Böylece, Lister cerrahide, antiseptiklerin önemini ve antisepsinin yerini ortaya koymuştur (1852).

Schoenlein, 1839'da, deri hastalıklarından olan favus ve pamukçukun mantarlardan ileri geldiğini saptamıştır.

Edwin Klebs (1834-1913), Löffler ile birlikte difteri hastalığının etkenini izole etmeyi başarmışlardır. Bilim adamı, bunun yanı sıra, travmatik infeksiyonlar, malarya ve kursun yaraları üzerinde de bazı faydalı çalışmalar yapmıştır. Hayvanlarda da, deneysel olarak, ilk tüberkulozise lezyonlarını oluşturmayı başarmıştır.

Karl Joseph Eberth (1835-1926), insanlarda tehlikeli bir hastalık olan tifonun etkenini (Eberthella typhosa) bulmuştur.

Robert Koch (1843-1910), mikroorganizmaları saf üretebilmek için kati besi yerlerini geliştirmiş ve karışık kültürlerden saf kültürler elde etmeyi başarmıştır. Böylece, bakteriyolojiye yeni teknikler getirmiştir. Koch, ayni zamanda, hastalıklar üzerinde de bazı kriterler ortaya koymuştur. Bunlar da "Koch postulatları" olarak bilinmektedir.

1) Hastalıklar spesifik etkenler tarafından oluşturulurlar,
2) Etkenler izole edilmeli ve saf kültürler halinde üretilmelidir,
3) Duyarlı sağlam deneme hayvanlarına verildiklerinde hastalık oluşturabilmeli ve
4) Tekrar saf kültürler halinde üretilebilmelidirler.

Bu 4 görüş uzun yıllar geçerliliğini korumuştur. Koch, mikroorganizmaları anilin boyaları ile boyama yöntemlerini de geliştirmiş ve bakteriyoloji alanında uygulanabilir hale getirmiştir. Antraks hastalığının bulaşma tarzını ve etkeninin sporlu olduğunu da saptayan Koch, 1882'de, tuberkulozis'in etkenini de izole edebilmiş ve sonraları, tüberkülozlu hastaların teşhisinde çok yararlar sağlayan bir biyolojik madde olan "Tüberkülin"i de hazırlamıştır.

Otto Obermeier (1843-1873), 1873' de, Borrelia recurrentis 'i bulmuştur. Karl Weigert (1845-1904) bakterileri boyamada anilin boyalarını kullanmıştır. B. Bang (1848-1932), sığırlarda yavru atımlarına yol açan hastalığın etkenini (Brucella Abortus) bulmuştur. Agostino Bassi, 1835' de, ipek böceği hastalığını açıklamış ve bunun kontak ve gıda ile bulaştığını göstermiştir. George Gaffky (1850-1918), tifonun etkenini (E. typhosa) saf kültürler halinde üretmiş ve tifonun etiyolojisini açıklamıştır. John Snow, 1839'da, epidemik koleranın sulardan bulaştığına dikkati çekmiştir. William Welch (1850-1939), 1892'de, gazlı kangrenin etkenini (C. welchii) ve Hansen'de 1874'de, lepra hastalığının etkenini (Hansen basili, M. johnei) tanımlamışlardır. Nicolaier, 1885'de, topraktan tetanos mikrobunu izole etmiş ve hastalığı hayvanlarda deneysel olarak meydana getirmiştir K. Shige, 1898'de, dizanteri basilini bulmuş M. leprae'nin de kültürü üzerinde çalışmalar yapmıştır. Friedrich Löffler (1852-1915), Koch ile birlikte difteri basilini üretmeye çalışmışlar ve 1884'de saf kültürler halinde üretebilmişlerdir. W. Löffler, 1882'de, domuz erisipel etkenini bulmuştur. David Bruce (1855-1931), malta hummasının, nagana hastalığının ve uyku hastalığının etkenlerini bulmuş ve uyku hastalığının çeçe sineği ile bulaştığını da ortaya koymuştur. Ronald Ross (1857-1923), 1896'da, Plasmodium malarianin yasam tarzını saptamış ve bunu aydınlatmıştır. Theobald Smith (1859-1934), Texas sığır hummasının kene ile nakledildiğini saptamıştır. Albert Neisser (1885-1916), insanlarda gonore'nin etkeni olan gonokok'ları bulmuştur. Hideye Noguchi (1878-1928), kültür teknikleri ve hayvan zehirleri üzerinde çalışmalar yapmıştır. Treponema pallidum 'u da saf kültürler halinde üretmiştir.

Virolojinin Tarihçesi

Bakteriler üzerinde yapılan çalışmalardan sonra, nedenleri saptanamayan bir çok hastalıklar konusunda da yoğun araştırmalar yapılmaya başlanmıştır. Bakterileri geçirmeyen filtrelerin bulunması, bu yöndeki incelemeleri daha kolay hale getirmiştir. Pasteur, Berkefeld ve Chamberland kendi adları ile tanınan ve bakterileri tutan filtreleri yapmayı başarmışlardır. Iwanowski, 1892'de, ilk defa tütün mozaik virüsünü bulmuştur. Yine ayni yıllarda, Löffler ve Frosch, sığırlarda önemli hastalıklara yol açan sap virüsünün filtreleri geçtiğini saptamışlardır. Nicolle ve Adil Bey, 1899'da, sığır Vebası virüsünün filtreleri geçebildiğini açıklamışlardır. Tword, 1915'de, İngiltere'de ve d'Herelle, 1917'de, Fransa'da bakteriyofajlari bulmuşlar ve bunların süzgeçleri geçtiklerini göstermişlerdir. W. Reed ve ark. 1901'de, insanlarda sari humma (Yellow fever) hastalığı etkeninin filtreleri geçtiklerini kanıtlamışlardır.

İmmünolojinin Tarihçesi

İnsan ve hayvanları hastalıklardan koruma çalışmaları çok öncelere kadar uzanmaktadır. Bu yöndeki ilk adimi, bir İngiliz olan, Edward Jenner (1749-1823) atmıştır. Bağışıklığın kurucusu olarak tanılan araştırıcı, sığır çiçeği alan bir şahsın, insan çiçeğine karşı bağışık olacağını ve hastalanmayacağını göstermiş ve aşılama ile immunitenin elde edilebileceği görüsünü yerleştirmiştir. Pasteur de ayni tarzda, hazırladığı birçok aşılarla (tavuk kolerası, koyun antraksi ve kuduza karşı yaptığı aşılar) ve bunlarla elde ettiği bağışıklık o devir için çok önemli buluşlar arasındadır. Emil Roux ve Alexander Yersen, 1888'de, difteri toksinini bulduktan sonra, Emil Von Behring de difteriye karşı antitoksin elde etmeyi başarmıştır. August Von Wassermann (1886-1925), frenginin teşhisinde Bordet Gengou, fenomenini uygulamış ve kendi adi ile bilinen Wassermann reaksiyonunu ortaya koymuştur. Nuttal, 1888'de, hayvanların kanında B. anthracis için bakterisidal etkiye sahip maddelerin bulunduğunu saptamıştır. Paul Ehrlich (1854-1916) ve Bordet bağışıklığın humoral ve Elie Metschnikoff (1845-1916) da hücresel (fagositoz) yönlerini açıklamış ve bunların önemi üzerinde durmuşlardır. Jules Bordet (1871-1962) ve Gengou ile birlikte komplement fikzasyon reaksiyonunu bildirmişlerdir. Albert Calmette (1868-1933) ve Guerin ile birlikte BCG 'yi hazırlamışlardır. H. Durham ve Max Gruber, 1896'da, mikroorganizmaların spesifik anti serumlar tarafından aglutine olduklarını göstermişlerdir.

Mikolojinin Tarihçesi

Mantarların varlığının tanınması çok eski zamanlara (Devonian ve Prekambium) kadar uzanmaktadır. Bitkiler üzerinde mantarların ürediğini ve bazı zararlara neden olduğuna ait ilk bilgileri Vedas (MÖ. 1200) vermektedir.

Romalılar zamanında, depolarda saklanan danelerde ve tahıllarda mantarların ürediğini Pliny (MS. 23-79) bildirmektedir. Yine bu dönemlerde, mantarlara ait bazı resimlerin çizildiği, Pompei'deki kazılardan anlaşılmaktadır. Loncier, çavdar mahmuzunu (Claviceps purpurae mantarının sklerotiumu) tanıyan ve bunun morfolojik özellikleri hakkında bilgi veren kişi olarak tanınmaktadır (1582). Clusius (1526-1609), mantarlar üzerinde araştırmalar yapmış ve elde ettiği bilgileri 28 sayfalık bir monograf içinde yayımlamıştır.

Gaspard Bauhin (1560-1624), mantar üzerinde araştırmalar yapmış ve hazırladığı "Pinax Theatri Botanici" adli eserinde 100 kadar mantarın özelliklerini bildirmiştir (1623). Marcello Malpighi (1628-1694), Rhizopus, Mucor, Penicillium ve Botrytis gibi bazı mantarlar üzerinde araştırmalar yapmış ve bunlara ilişkin özlü bilgiler vermiştir (1679). Van Sterbeeck (1630-1693), yenilebilen mantarlarla zehirli olanlar arasında ayrımları belirtmeye çalışmış ve bu konudaki görüşlerini yayımlamıştır.

Hooke (1635-1703), mantarlar üzerinde birçok araştırmalar yapmış ve bunları "Micrographia" adli yapıtında resimleyerek Royal Society 'ye sunmuştur. Araştırıcı, özellikle, iki mantar üzerinde (Phragmidium ve Mucor) incelemeler yapmış, bunların bitki olduklarına ve bitkilerden orijin aldıklarına inanmıştır (1667).

Tournefort (1656-1708), çeşitli mantarlar ve likenler üzerinde incelemeler yaparak bunları, morfolojik ve diğer karakterlerine dayanarak, 6 gruba (1-Fungus, 2-Boletus, 3-Agaricus, 4-Lycoperdon, 5-Coralloides, 6-Tubira) ayırmış ve "Element de Botanique" adli eserinde yayımlamıştır (1694). Sebastian Vaillant (1669-1750), mantarlar üzerinde ayrıntılı çalışmalar yapmış, bazılarını alfabetik olarak klasifiye etmiş, önemli gördüklerinin de resimlerini çizmiş ve "Botanicon Parisiense" adli kitabında açıklamıştır (1727).

Antonio Micheli (1679-1737), mantarlar üzerinde yaptığı inceleme ve araştırmaları grup isimlerinden yararlanarak sınıflandırmış (Clavaria, Clathrus, Geaster, Lycoperdon, Phallus, Tuber gibi) ve bunları "Nova Genera Plantarum" adli eserde yayımlamıştır (1729). Araştırıcının, çizdiği resimler ve verdiği bilgilere dayanarak spesifik identifikasyon yapılabilir. Bu eserin çok değerli olduğu ve mantarların ayrımlarında bazı önemli anahtarları açıkladığı bildirilmektedir. Kendisinin yaptığı özel kalsifikasyonda bazı büyük mantarlara özel yer vermiş ve bunları Fungi lamellati (Agaricaceae), Fungi porosi (Polyporaceae) ve Fungi romosi (Clavariaceae) diye 3 gruba ayırmıştır. Botrys ve Rhizopus gibi bazı mantarları da saf kültürler halinde üretmiştir.

Carl Von Linne (Linneaus, 1707-1778), bir botanikçi olan bu araştırıcı, kendi yaptığı kalsifikasyon içinde mantarları "Species Plantarum" adli yapıtında "Cyrptogamia Fungi" sınıfında toplamış ve Agaricus, Boletus, gibi bazı generik isimler de kullanmıştır. (l753). Gleditsch (l7l4-l786), mantarların sporları ve sporulasyon özellikleri üzerinde araştırma ve incelemeler yapmış ve bu karakterlerine göre mantarları 2 ana bölüme ayırmıştır.

Builliard, Discomycetes, Pyrenomycetes, Mucorales ve Mycetozoa 'lar üzerinde araştırmalar yapmış ve bulgularını "Champignon de France" de yayımlamıştır (l79l). Hendrik Persoon (l76l-l836), mantarlara ilişkin incelemelerini, taksonomik bir yapıt olan "Synopsis Methodica Fungorum" da toplamıştır (l80l). Ayrıca kendisinin 3 volüm halinde olan, l822 ve l828 yıllarında yayımlanan "Mycologia Europaea" adli çalışmaları da vardır. Araştırıcı, mantarları 2 sınıf, 6 ordo ve 71 genusa ayırarak bir kalsifikasyon yapmıştır.

Schweinitz (l780-l834), Kuzey Amerika'da, North Carolina eyaletinde 3000 ve Pennsylvania'da da l200 mantar toplayarak incelemiş ve bunları "Synopsis Fungorum Carolina Superioris ve Synopsis Fungorum in America Boreali Medico Degantium" adli yayınlarda açıklamıştır. Elias Fries (1794-1878), bugünkü mantarlar sistematiğinin esasini kurmuş ve İsveç'te de mantar klasifikasyonu ile bir fonun kurulmasında önderlik etmiş olan araştırıcı çalışmalarını "Systema Mycologicum" adli eserde toplamıştır.

Josef Cordo (l809-l849)' nun, mantarlar üzerindeki çalışmalarını 6 cilt halinde olan "Icones Fungorum Hucusque Cognitorum" adi altında yayımlanmıştır. Anton de Bary (1831-1888), mantarların yasam dönemleri üzerinde incelemeler yaparak bir çok kapalı noktaları aydınlığa kavuşturmuştur. Mycetozoa 'nin yasam siklusunu dönemini 1859'da açıklamıştır. Harton Peck (1833-1917) de 2500 tür mantar üzerinde çalışmıştır.

Andrea Saccardo (1845-1920), mantarlar üzerinde 1880 yılına kadar yapılmış inceleme ve araştırmaları, 25 cilt halinde olan ve ilki 1882'de yayımlanan "Sylloge Fungorum" adli eserde toplamıştır. Son cilt, ölümünden sonra 1931'de yayımlanmıştır. Bu çalışmalarda, 80. 000 mantar türü bildirilmiştir.

Tulasne'nin güzel resimlerle süslenmiş olan "Selecta Fungorum Carpologia" adli eseri 1861-1865 yılları arasında ve 3 cilt halinde basılmıştır. Bunlardan sonra bir çok araştırıcı, mantarlar üzerinde çok değerli çalışmalar yapmış ve bunları sınıflandırmaya çalışmışlardır. Patouillard, Quelet, Cooke (1871-1883), Massee (1892-1895), Bresadola (1927-1932), ayrıca, Engler, Prantl, Rabenhorst, Sydows, Oudemans, Seymour, gibi araştırıcılar da mantarlar üzerinde inceleme ve çalışmalar yapmışlardır.

Mantarlar, bitkilerde olduğu gibi, insan ve hayvanlarda da çeşitli hastalıklara (mycoses) neden olurlar. Mantarların bitkilerde hastalık oluşturduğuna dair birçok yayınlar vardır (Fontana (1767), Prevot (1807), Berkeley (1832), Kühn (1858), de Bary (1866), Hartig (1874), Woronin (1878), Whetzel (1918). Lafar, mayaların endüstride kullanılmaları hakkında, "Technische Mykologie (1904)" adli yayında bilgi vermiştir.

Balıklarda (sazanlarda) Saprolegnia türü mantarlardan ileri gelen infeksiyonlar hakkındaki bilgilere, 1748 yılında yayımlanan "Transactions of the Royal Society" adli bilimsel dergide rastlanmaktadır. Richard Owen (1804-1892), Avian Aspergillosis üzerinde çalışmalar yapmış ve bulgularını neşretmiştir (1832). Agostina Bassi (1773-1856), ipek böceklerindeki mantar hastalıkları üzerinde çalışmalar yapmış ve bulgularını bir monografta ayrıntılı olarak açıklamıştır (1837). Berg (1806-1887), insanlardaki Candida albicans infeksiyonları üzerinde araştırmalar yapmış ve bulgularını yayımlamıştır. David Gruby (1810-1898), insanlardaki Dermatophyt infeksiyonları ile ilgilenmiş ve bunlara ait bir rapor düzenlemiştir. Sabouraud (1864-1938), medikal mikoloji üzerinde çok değerli çalışmalar yapmış ve bu konuda da bir kitap yayımlamıştır (1910).

Bugün mantarların çeşitli yönlerini (morfolojik, fizyolojik, biyokimyasal özellikleri ve antijenik yapıları, patojeniteleri epidemiyolojileri ve diğer karakterleri) açıklayan çok değerli araştırmalar yapılmakta ve henüz kesinlik kazanmamış veya tam olarak bilinmeyen yönleri aydınlatılmaya çalışılmaktadır.

Mikrobiyoloji Alanında Nobel Ödülü Kazanan Bilim Adamları

1901 Emil Von Behring Difteri antitoksini ve serumlarla sağaltma yöntemleri
1902 Sir Ronald Ross Malarya üzerinde araştırmalar
1905 Robert Koch Verem etkeninin bulunması ve verem üzerinde çalışmalar, bakteri kültürleri üzerine araştırmalar
1907 C. L. A Laveran Hastalık yapan protozoonlar
1908 Elie Metschnikoff Bağışıklığın hücresel yönü ve fagositoz
1908 Paul Ehrlich Humoral bağışıklık
1913 C. Robert Richet Alerji ve anafilaksi
1919 Jules Bordet Bağışıklık ve komplement fikzasyon reaksiyonu
1928 C. J. H. Nicolle Tifüsün naklinde bitlerin rolü
1930 Karl Landsteiner İnsan kan grupları üzerinde araştırmalar
1939 Gerhard Domagk Prontosilin bulunması ve anti bakteriyel etkisi
1945 Sir Alexander Fleming, E. Boris Chain, Sir H. Walter Florey Penicilinin bulunması ve etkileri
1948 P. Hermann Müller DDT’nin bulunması.
1951 Max Theiler Yellow fever aşısı üzerinde araştırmalar
1952 S. Abraham Waksman Streptomisinin bulunması
1954 J. Franklin Enders, Thomas H. Weller, Frederich C. Robbins Poliomiyelit virüsü ve diğer virüslerin hücre kültürlerinde üretilmeleri.
1958 Joshua Lederberg, George V. Beadle, Edward L. Tatum Mikrop genetiği
1960 Sir F. M. Burnet Transplante dokuların immünolojik kontrolleri.
1965 Andre Lwoff, Jacques Monod, François Jacob RNA’nın bulunması.
1966 Charles Huggins, Peyton Rous Kanser ve kanatlı sarkomu üzerinde çalışmalar
1967 R. Granit, H. R. Hartlin, G. Wald Foto reseptörlerin fonksiyonları.
1968 R. W. Holley, H. Gobind, M. W. Nirenberg protein sentezinde genetik kodların çalışması.
1969 M. Delbrück, A. D. Hershey, E. Luria Bakteriyofajların hakkında yayınlar
1970 J. Axelrod. S. Bernard Katz, Ulf von Euler, Earl W. Sutherland AMP’nin metabolizmadaki önemi
1971 E. Sutherland AMP’nin metabolizmadaki önemi
1972 Porter, R. R, Edelman, G. M Immunoglobulinler üzerinde strüktürel çalışmalar.
1973 K. Von Frisch, K. Lorenz, N. Timbergen Evolusyon ve analoji üzerinde çalışmalar
1974 C. de duve, G. E. Palade Hücre anatomisi, sitokrom ve mitokondrialar hakkında yayınlar
1975 D. Baltimore, R. Dulbeco, H. M. Temin RNA’ya bağlı DNA polimerase üzerinde
1976 Baruch Blumberg Serum hepatiti.
1976 Daniel C. Gajdusek Latent virüs hastalıkları
1977 Rosalyn Yellow Radio immünoloji üzerinde çalışmalar
1977 Andrew Schally, Roger Guillemin Üç ayrı hormon serbest bırakma faktörleri üzerinde araştırmalar
1978 N. O. Smith, D. Nathans, W. Arber Restriksiyon enzimlerinin bulunması ve bunların kullanılması
1980 B. Benarerraf, G. Snell, J. Dausset Histokompatibilite antijenlerinin bulunması
1980 P. Berg, W. Gilbert rekombinant DNA teknolojisinin gelişmesi
1980 F. Sanger DNA sekans analizlerinin yapılması.
1982 A. Klug Kristalografik elektron mikroskobun gelişmesi, virüs yapısının aydınlatılması
1984 C. Milstein, G. J. F. Köhler Monoklonal antikorların elde edilmesi.
1984 N. K. Jerne İmmünolojide teorik çalışmalar
1986 E. Ruska Transmisyon elektron mikroskobunun gelişmesi
1987 S. Tonegawa antikor çeşitliliğinin genetik prensipleri.
1988 J. Deisenhofer, R. Huber, H. Michel Bakteri membranlarnda fotosentetik reaksiyon merkezleri.
1988 G. Elion, G. Hitching Kanser, malarya ve viral infeksiyonların tedavisinde kullanılan ilaçların geliştirilmesi
1989 J. M. Bishop, N. E. Varmus, S. Altman Onkogenlerin bulunması
1989 T. R. Cech Katalitik RNA’ların bulunması
1990 J. E. Murray Immunsupresif ajan kullanarak transplantasyon
1992 E. H. Fisher, E. G. Krebs Protein kinasenin bulunması
1993 R. J. Robets, P. A. Sharp DNA’nın farklı segmentlerindeki genler
1993 K. B. Mullis PCR’nin bulunması
1993 M. Smith Site directed mutagenezis

Türkiye'de Mikrobiyolojinin Kurulması

Yurdumuzda mikrobiyoloji alanındaki ilk çalışmalar asi yapmakla başlamış ve buna da çiçek hastalığı ve asi hazırlama çabaları önderlik etmiştir. Bu yöndeki aktiviteler, 1840 yılından sonra giderek gelişmiş ve çiçek asisi hazırlanarak basari ile kullanılmıştır.

Pasteur 'ün, Paris Tip Akademisi'nde, 27 Ekim 1885'de verdiği "Isırıldıktan Sonra Kuduzdan Korunma" adli bildiri dünyada büyük yankılar yarattıktan ve ayni tebliğ 31 Ekim 1885'de İstanbul'da yayımlandıktan sonra, kuduz üzerindeki çalışmaları yakından izlemek amacı ile, Osmanlı Hükümeti tarafından, Tıbbiye Mektebi Dahiliye Muallimi Dr. Aleksander Zoeros Pasa başkanlığında, Veteriner Hekim Hüseyin Hüsnü ve Zooloji Muallimi Dr. Hüseyin Remzi Beyler 'den oluşan üç kişilik bir heyet, Pasteur 'ün yanına Fransa'ya gönderildi (1886). Bu heyetle birlikte, Padişah Abdulhamid, Pasteur 'e verilmek üzere, bir nisan ve laboratuarına yardim için 1000 altın göndermiştir. Paris 'de Pasteur 'ün yanında 6 ay kalan ve kuduz hastalığı asisinin hazırlanması ve kullanılması konularındaki tüm bilgileri öğrenen heyet, yurda döndükten sonra da bu hastalık üzerindeki "Daül-kelb Ameliyathanesi"nde asi yapımına başlamıştır (1887). Vet. Hekim Hüseyin Hüsnü ile Dr. Hüseyin Remzi Beyler de, Pasteur ve Chamberland'in eserini "Mikrob Emrazi Sariye ve Sarboniyenin Vesaili Sirayeti ve Usulü Telkihiyesi" adi altında tercüme etmişler ve yayımlamışlardır (1887). Ayrıca, Dr. Remzi Bey, "Kuduz İlleti ve Tedavisi" adli 19 sayfalık bir broşür neşretmiştir (1890).

Tip Mekteplerinde 1891'de okutulmaya başlanan bakteriyoloji dersi, Veteriner Mekteplerinde ancak 1893'den sonra ve Dr. Rıfat Hüsamettin Bey tarafından okutulmaya başlanmıştır. İstanbul 'da 1893 'de, kolera vakalarının çıkması üzerine, önleyici tedbirlerin alınması ve hastalığın üzerinde gerekli araştırmaların yapılması için, Fransa'dan Dr. Andre Chantemesse getirildi. İstanbul'da 3 ay kadar kalarak kolera konusunda çok olumlu çalışmalar yapan bu kişiye, Rutbei Üla ile nisan verildi. Bu arada, Dr. Chantemesse, ülkemizde bir bakteriyoloji laboratuarının kurulması üzerinde ısrarla durdu ve böyle bir müessese kurulduğunda bunun idaresi için Dr. Maurice Nicolle'i tavsiye etti. Dr. M. Nicolle, 1893'de, İstanbul'a geldi ve Gülhane'de Tıbbiye Mektebi civarındaki bir binada çalışmaya başladı. Bu laboratuar, sonradan, Bakteriyolojihane-i Osmani olarak adlandırıldı ve Dr. Nicolle buranın müdürlüğüne atandı. Çalışma konularının fazla olması nedeniyle, bu bina da sonraları dar gelmeye başladı. Bu yüzden, Nişantaşı'ndaki Süleyman Pasa konağına nakledildi. Bu yeni binada, bakteriyoloji üzerinde kurslar düzenleyen Dr. Nicolle, doktor kursiyerlerin yanı sıra çok takdir ettiği Veteriner Dr. Refik Güran'i da seçerek iştirak ettirdi.

Dr. Maurice Nicolle (1862-1920), İstanbul'da kaldığı 8 sene içinde, laboratuarları basari ile yürütmüş, çok kıymetli çalışmalarda (sığır vebası, keçi ciğer ağrısı, sark çıbanı, P. aeruginosa'nin pigmenti, sığır babesiozu, pnömokok, vaksın virüsü) bulunmuş ve ülkemizde mikrobiyolojinin yerleşmesi ve gelişmesinde büyük katkıları olmuştur.

Osmanlı İmparatorluğu zamanında bakteriyoloji ve viroloji çalışmaları hem insan hekimliğine ait çeşitli müesseselerde (Telkihhane-i Sahane, Daülkelb Ameliyathanesi, Bakteriyolojihane-i Sahane, Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye ve Mektebi Tıbbiye-i Mülkiye ve diğer laboratuarlarda) ve hem de Veteriner Hekimliğe ait organizasyonlarla (Bakteriyolojihane-i Baytar'i, Baytar Mektebi Alisi, Askeri ve Sivil Baytar Mektepleri, Pendik Bakteriyoloji hanesi ve diğer müesseselerde) yürütülmüştür.

Dr. M. Nicolle 'den başka, çalışmaları ve buluşları ile adları dünya literatürlerine geçmis çok değerli meslektaşlarımız bulunmaktadır. Bunlardan kısaca bahsetmek yerinde olur. Ahmet Refik Güran (1870-1963), Dr. M. Nicolle ile birlikte 7 sene gibi uzun bir süre çalışmış, mikrobiyoloji alanında birçok değerli çalışmalar yapmış ve yayımlamıştır. Bakteriyolojihane-i Osmani'de; sularda bulunan kolibasillerin envari, Vebaibakari hastalığı ve serumu, lökosit sayımı, keçi ciğer ağrısı hastalığı; Baktriyolojihane-i Baytari'de: Barbon asisi, şarbon asisi, şarbon serumu, tavuk kolerası asisi, kuru serum, kan alma ve vermeye yarayan alet ve periton kanülü yapan Dr. Refik Güran, ayrıca ilk Türk peptonunu da yapmayı başarmıştır.

Yukarıda bildirilen çalışmaları yanı sıra, daha birçok önemli incelemeleri ve ihtira beratı almış olduğu buluşları da olan Dr. Refik Güran, yurdumuzda bakteriyolojinin kurulmasında, gelişmesinde, bakteriyoloji laboratuar veya enstitülerinin açılmasında, bakteriyologların yetişmesinde çok büyük katkıları olmuş bir bilim adamımızdır.

Adil Mustafa Sehzadebasi (1871-1904), Dr. R. Güran'in çok yakin çalışma arkadaşlarından biridir. Dr. Nicolle ile birlikte ve özellikle sığır vebası üzerinde yaptıkları araştırmalarla kendilerini dünya literatürlerine geçirmişlerdir. Bu iki bilim adamı, ilk defa, sığır vebası etkeninin filtreleri geçtiği ve süzüntünün hastalık yapıcı nitelikte olduğunu deneysel olarak ispat etmişlerdir (1897). Fransa'da Prof. Nocard'in yanında da çalışarak difteri serumu hazırlayan Dr. Adil Bey, ayrıca, malleus ve piroplasmosis üzerinde de değerli araştırmalar yapmıştır. Kendisi, sivil ve askeri okullarda da bakteriyoloji öğretmenliğinde bulunmuştur.

Nikolaki Mavridis (Mavraoglu) (1871-1955), Veteriner mikrobiyoloji alanında çok değerli çalışmalar yapmıştır. Özellikle, sığır vebası, keçi ciğer ağrısı, malleus, tavuk kolerası, barbon ve diğer hayvan hastalıkları üzerinde kıymetli çalışmaları vardır. Mavraoglu, Refik Güran ve Adil Sehzadebasi Bey'lerin çok yakin çalışma arkadaşlarıdır.

Osman Nuri Eralp (1876-1940), bakteriyoloji ve viroloji üzerinde değerli araştırmalar yapmış bir bilim adamıdır. Çalışmalarını, özellikle, tüberküloz, tüberkülin, şarbon, sığır vebası, kolera, gonokok, frengi, sütte yasayan ve sütle bulasan mikroorganizmalar ve diğer konular kapsamaktadır.

Rıza İsmail Sezginer (1884-1963), Baytar Yüksek Mektebinde salgın hastalıklar, bakteriyoloji ve gıda kontrolü dersleri vermiş, İstanbul mezbahasının kurulmasında önemli rol oynamış ve bunun laboratuar şefi olmuş ve ayrıca kıymetli çalışmalar yapmış olan bir bakteriyologumuzdur.

Ahmet Şefik Kolaylı (1886-1976), sığır vebası virüsünün insanlarda hastalık oluşturmadığını, sığır vebasına tutulan hayvanların kesilerek etlerinin askerlere yedirilebileceğini, böyle etleri yiyenlerde hastalık görülmesi halinde kendisinin kursuna dizilmesini isteyen ve bu cesareti gösteren değerli bir bilim adamıdır. Çatalca'da bulunan aç ve gıdasız askerlerin bu etleri yemesinden sonra Edirne şehri düşmandan bu askerler sayesinde kurtarılmıştır. Şefik Kolaylı Bey özellikle, sığır vebasına karşı serum hazırlamış ve böyle müesseselerde bulunmuştur. Ayrıca, tüberkülin, mallein, tavuk kolerası ve barbon aşıları da hazırlamış, sığır vebası, antraksin teşhisi, çiçek asisi, keçilerin bulaşıcı salgın ciğer ağrısı üzerinde de çalışmıştır.

Yukarıda adları bildirilen bilim adamlarının dışında, kendilerini bu ise adamış daha birçok kıymetli bakteriyologlarımız bulunmaktadır. Bunlar arasında, Cafer Fahri Dikmen, Josef, Ahmet Hamdi, Ethem Eren, Mustafa Hilmi, İbrahim Erses ve diğerleri sayılabilir.

Başlangıçta, hayvan hastalıklarına karşı hazırlanan asi ve serumlar ile insan hastalıklarını ilgilendiren biyolojik maddeler ayni bina içinde yapıldığından, Veterinerler ile Doktorlar birlikte çalışmaktaydılar. Sonra is hacminin ve eleman miktarının artması üzerine laboratuarlar birbirlerinden ayrılmak zorunda kalmıştır.

Bakteriyoloji ve viroloji alanında, Osmanlı İmparatorluğu zamanında, çalışmış, değerli araştırmalar ve yayınlar yapmış birçok doktorlar da bulunmaktadır. Bunlar arasında, Hüseyin Remzi, Rıfat Hüsamettin Pasa, Hasan Zühtü, Kemal Muhtar, Sait Cemal, Aleksandr Zoeros Pasa, Ahmet Sadi, Cemalettin Muhtar, Rıza Arif ve diğerleri. Bu kişilerin de ayni şekilde, yurdumuzda mikrobiyolojinin gelişmesinde ve yerleşmesinde önemli katkıları olmuştur.
Top